Hamd, gönderdiği kitabı ve elçisi ile manevi gelişimin yollarını kullarına gösteren Allah Azze ve Celle’ye; Salât-u Selam, örnek hayatı ile manevi yükselişin yollarını ümmetine öğreten Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e; Selam, maneviyatına önem verip Allah Azze ve Celle yolunda mücadele eden tüm kardeşlerime olsun.
Medeniyetimizin gerilediği ve batı medeniyetinin dünyaya hâkim olduğu asırlardan itibaren madde manaya, kömür elmasa galip geldi. İnsanın maddi yönü ve maddi ihtiyaçları dikkate alındı, manevi yönü ve manevi ihtiyaçları ihmal edildi. Maddeye önem veren batı medeniyeti maddeye hâkim olduysa da insana hâkim olamadı. Bu maddeci medeniyet insanı tanımadan kuruldu ve insana uygun olmadığından insanı bozdu. İnsanın kötü arzularına gem vurup insanca yaşamasını sağlayacağına şehvetleri tahrik edip insanı sefil bir hayata mahkûm etti. İnsanlık bugün şu mimsiz medeniyetin çukurunda debelenip durmakta ve kurtuluş yolunu bulamamaktadır.
Nefsi Arzular Kontrol Edilmedikçe Toplumlar Medeni Olmayacaktır
İnsanlık bu medeniyetin elinde topyekûn uçuruma doğru gitmektedir. İnsanların sadece maddi bir varlık değil manen yükselmek için yaratılmış varlıklar olduğunu anlayıp manevi yönlerine önem vermedikçe insanlık bu buhrandan kurtulamayacaktır. Nefsi arzular kontrol altına alınmadıkça toplumlar medeni olamayacaktır. İnsanlar Rablerine yaklaşmadıkça, Rablerini zikretmedikçe tatmin olamayacak ve huzur bulamayacaklardır. Çünkü Kur’an-ı Kerim “Dikkat edin! Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur, yatışır, huzur bulur”1 buyurur. İşte mevcut medeniyet bu çok mühim meseleyi görmezden gelmiştir ve bugün tüm insanlık buhran içinde bunun bedelini ödemektedir.
Günümüz medeniyeti nasıl ki insanın manevi yönünü ihmal ediyor ve insanlığı manevi buhrana mahkûm ediyor ise Efendimiz’in gönderildiği cahiliyye asrında da insanlık benzeri bir buhranın içinde idi. Kur’an ve Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in mükemmel eğitim metodu o günkü maddeperest toplumdan maneviyatı yüksek insanlar yetiştirip huzurlu bir toplum ve medeniyet meydana getirdi. O gün başardığını Kur’an ve Sünnet bugün de başarabilir.
Rabbiyle İrtibatı Zayıf Olanın Mücahitliği Zayıf Olur
Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in hayatında her ne ararsanız en kemâle ermiş ve en mükemmel şekilde bulabilirsiniz. Büyükler büyüğünün hayatında maneviyatın en ileri örneklerini görürsünüz. Bu yüksek maneviyatın sonucunda hayatında bağışlayıcılığın, tevazuunun, zühdün misallerini görürsünüz. Mükemmel bir devlet başkanı, savaş meydanlarında sabırlı ve kahraman bir komutan, kendi evinde evladıyla çok iyi geçinen bir baba ve mükemmel bir eş olduğunu görürsünüz. O, hem cihad meydanlarında mücahit hem de geceleri âbid oldu. Geceleri âbid olmayanların gündüzleri mücahit olması zordur ve geçicidir. Çünkü Rabbi ile irtibatı zayıf olanların mücahitliği sabun köpüğüne benzer. Allah Rasulü’nü her yönden incelemeden maneviyatın ne olduğu ve insana neler kazandırdığı anlaşılamaz.
İnsanlığa örnek olarak gönderilmiş olan Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, İbn-i Hişam’ın verdiği bilgilere göre daha peygamber olmadan evvel yanına bir miktar yiyecek alıyor, bir müddet ailesinden uzaklaşıyor, Hira dağında bir mağaraya çekiliyor, yiyecek bittiği zaman dönüyor, biraz daha yiyecek alıp tekrar çıkıyordu. Bu şekilde bir ay kadar kalıyordu. Buna “tehannüs” deniyor. Bu günlerin Ramazan ayına geldiğine dair rivayetler de vardır. Araplar arasında İbrahim Aleyhisselam’ın dinine tabi olmak isteyen, şirki reddeden Hanifler vardı. Onlar da bazen dağlara çıkarlar ve bir miktar kalırlardı. Onların da bunu Ramazan ayı içerisinde yaptıkları söylenir.
Allah Rasulü tehannüsü onlardan öğrenmiş olabilir. Allah Rasulü’nün yapmış olduğu tehannüs, o çölün sessizliği içerisinde Rabbine yaklaşmak için tefekkür etmesi, gökyüzünü ve yeryüzünü seyretmesi, bildiği şekilde Rabbine ibadet etmesiydi. Verilecek bir görev vardı ve O farkında olmadan Rabbi O’nu büyük göreve hazırlıyordu. Buhari’nin rivayetine göre Allah Rasulü’ne yalnızlık sevdirilmişti.2 Rasulü’nün maneviyatının gelişebilmesi ve yükselebilmesi için Allah kendisine yalnızlığı sevdirmişti. Malumdur ki bu yalnız kalmaları sırasında kendisine vahiy gelmiş ve Allah Rasulü’ne bu şekilde peygamberlik verilmişti.
Tasavvuf ilmi, Kur’an’dan ve Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in hayatından alındı. Allah Azze ve Celle peygamberini, peygamber olmadan önce Hira mağarasında eğitime aldığı halde, peygamber olduktan sonra da eğitmeye devam etti. O büyük göreve hazırlanabilmesi için Müzzemmil suresinin “Ey örtüsüne bürünen Peygamber! Gecenin birazı hariç olmak üzere kalk. Gecenin yarısı kadar yahut yarısından biraz eksilt veya biraz artır ve ağır ağır Kur’an oku. Doğrusu biz sana ağır bir söz (dava) vereceğiz”3 ayetleri ile teheccüd namazı emredildi. O’na ve O’nunla beraber iman edenlere Allah’a yaklaşmanın, manevi âlemde yükselmenin ve ileride dökülmeyecek sağlam bir dava adamı olmanın yolu gösterildi. Kur’an’ı tane tane okumayla ilgili İbn’i Mes’ud; “Kur’an’ı okuyanlar Kur’an’ı saçmasınlar, hiçbirinizin hedefi Kur’an’ın veya sayfanın sonuna gelmek olmasın. Kur’an’ın harikaları karşısında düşünün, dikkatli dikkatli okuyun”4 buyurur.
Tasavvufun Gayesi Zamanla Unutulmuştur
Geceleri kalkmak, manevi gelişimin temel şartlarındandır hatta manevi hayatın temelidir desek yanlış olmaz. Teheccüd namazı kılmak nafile orucun insana kazandırdığından çok daha fazla şey kazandırabilir. Allah, teheccüd namazıyla Rasulü’nü ve O’nun ashabını manen yükseltmek ve göreve hazırlamak istemişti. Daha sonraki asırlarda gaye unutuldu ve az yemek, az uyumak, kerametler göstermek, keşiflerde bulunmak gaye haline getirildi. Hâlbuki bunlar gaye değildi, bunlar yalnızca bir araçtan ibaretti. Teheccüd namazının ve Kur’an okumanın gayesine aslında Allah Azze ve Celle işaret ediyordu. Kur’an: “Gecenin az bir kısmı hariç kalk… Tane tane Kur’an oku. Muhakkak ki sana ağır bir dava yükleyeceğiz”5 buyuruyordu. O halde gece kalkıp namaz kılmak, Kur’an okumak ağır göreve hazırlanmak içindi. İbadetlerden ve maneviyatı güçlendirmekten maksat bu olmalıydı.
Geceleri ibadetten ve zikrullahtan maksat Allah’a yaklaşmak, benzin almak ve gündüzleri O’nun yolunda cihad etmek olmalıydı. İlk asırların mutasavvıfları meseleyi böyle anlamışlardı. Onlar tasavvuf için tasavvuf değil, Allah yolunda cihad edecek hale gelebilmek için tasavvuf yoluna giriyorlardı. Yani onlar tasavvufu cihadın emrinde kullanıyorlardı. Daha sonra tasavvuf erbabında ilim azalınca, şeyhlik babadan oğula geçmeye başlayınca, ilim tahsil etmeden şeyh olanlar çoğalınca, işte o zaman araçlar ve amaçlar karışmaya başladı. Müslümanlar tasavvufu öğrendiler ama tasavvufun asıl maksadını unuttular.
Eğitimin Önemi
Bir kısmımız cihadı unuttu, bir kısmımız ilmi, bir kısmımız ise maneviyatı. Bu şekilde tarihte bir takım ifradi veya tefridi hareketler ortaya çıktı. Bir kısmı tasavvufta, bir kısmı cihadda ifrada gitti. Allah Rasulü’nün hayatında hepsi mükemmel şekilde bulunurken sonraları dengeler değişti, kafalar bulanmaya başladı, cehalet çoğaldı. Herkes Allah Rasulü’nün hayatındaki güzelliklerden görmek istediği şeyi gördü ve onu İslam zannetti. Bir kısmı tasavvufu, bir kısmı ise cihadla uğraşmayı dinin tamamı zannetti. Hâlbuki bunların hepsi Allah Rasulü’nün hayatında birleşmiş olarak mevcuttur.
Mutasavvıflar “Eğitim görmemiş insanlardan kaliteli ürün çıkmaz” derlerdi. Dağlarda, vadilerde kendi kendine yetişen ağaçlardan meyve çıkmaz. Çıksa bile lezzetli olmaz. Bir bahçıvan tarafından yetiştirilmiş olan ağaçlardan lezzetli ve güzel meyveler çıkar. Bunu söylerken mutasavvıflar şunu kastederlerdi; eğitim görmemiş ve diz çökmemiş olan insanlardan güzel ürünler beklemeyin. Güzel meyve ancak bir bahçıvanın elinde çıkar. Öyleyse güzel eserler vermek isteyenler, mutlaka bir hocanın elinde eğitim görmelidirler.
Eğitimin önemini şöyle bir misalle izah ederler; Allah Azze ve Celle av köpeklerinin tuttuklarını bize helal kılmakta fakat eğitilmemiş köpeklerin tuttuğu avları haram kılmaktadır.6 Hâlbuki köpek, köpektir. Av köpeklerinin tuttuğu da leş olması gerekirken Kur’an-ı Kerim onu helal kılmaktadır. Mutasavvıflar buna dayanarak derler ki; İşte aynen bu misalde olduğu gibi eğitilmiş insanlar yaptığını sahipleri olan Allah için yapacaktır. Eğitilmemiş olanlara gelince yaptıklarını Allah için yapmayacak, kendileri için yapacaklardır ve amelleri murdar olacaktır. Verecekleri meyveler de ya yabani bir ağacın verdiği meyve gibi kötü olacak yahut da diken ağacı gibi sadece diken vereceklerdir.
Özetle mutasavvıflar “insanın eğitilmesi lazım” dediler. Fakat daha sonraları bozulmalar oldu. Temiz sular ile pis sular, bilenlerle bilmeyenler birbirine karışmaya başladı. Bilmeyenler tasavvufta belli makamlara geldiler. Ondan sonra tarikatları miskinler zümresine çevirdiler. Tasavvuf yolunu mistisizm haline getirdiler. Hâlbuki Allah Rasulü böyle bir şey yapmadı, ilk mutasavvıflar da böyle bir şey yapmadılar. İlk mutasavvıflar Allah yolunda cihada gidilmesi gerektiğinde müritleri ile birlikte en önde gidiyorlardı. Nice devletler, nice topraklar var ki mutasavvıfların çalışmalarıyla fethedildi. İslam ordusu gitmeden evvel, oraya şeyhler gittiler. Oralarda İslam fethinin zeminini hazırladılar. Daha sonra tasavvuf, siyaset ve cihad ile ilgilenmeyen, dünya ile ilgisi olmayan bir mistisizm haline getirildi. Birçok tekke ve dergâhta insanlar adeta uyuşturuldu. Böyleleri tembelce oturduklarından dolayı günah kazanıyorlardı ama kendilerini maneviyat âleminde yükselmiş veliler olarak görüyorlardı.
Allah Rasulü’nün Hayatında Maneviyatın En Güçlü Hali Mevcuttu
Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in hayatında maneviyatın, ahlakın ve cihadın en mükemmel hali mevcuttu. Dinin olduğu yerde maneviyat olmak zorundadır. Tasavvuf ilmi, nefsi terbiye etmenin ve maneviyatı yükseltmenin yollarını öğreten, bu konularla ilgili Kur’an ve Sünnette verilen bilgileri bir araya toplayan ve konusunda uzmanlaşmış kimselerin tecrübelerinden oluşan ilim dalıdır. Siz helaller ve haramlarla ilgili meseleleri fıkıh ilmi ile, itikadi meseleleri akaid ilmi ile öğretebilirsiniz. Fakat insanlara Rablerine yaklaşmanın yollarını nasıl öğreteceksiniz? Tasavvuf ilmini reddettiğiniz zaman insanların maneviyatlarını nasıl güçlendirecek, nefislerini nasıl arındıracak ve ahlâklarını nasıl güzelleştireceksiniz? İnsanları marifetullaha ve muhabbetullaha nasıl ulaştıracaksınız?
Tasavvuf İnsanı Yükseltmek İçin Vardır
Sûfî kelimesinin kaynağı hususunda çeşitli görüşler mevcuttur. Bu görüşlerden birincisine göre;
Allah Rasulü zamanında İslam’ı öğrenmek için çeşitli kabilelerden gelen ve mescitte kalan, sayıları bazen 40’a inen bazen 400’e çıkan fakir ilim talebeleri vardı ve bunlara Ashab-ı Suffa deniyordu. Bu insanlar gündüzleri çekirdek kırar, dağdan odun toplar ve ondan sonra geceleyin sabahlara kadar Kur’an okur, namaz kılarlardı. Kur’an ve hadis ezberler, ölmeyecek kadar rızık peşinde koşar, geri kalan zamanlarını dini öğrenmek ve öğretmek için kullanırlar, cihad zamanı cihada giderlerdi. Allah Rasulü daima onlarla otururdu, onlarla oturmaktan zevk alırdı ve “Ya Rabbi beni fakirlerle beraber haşret.”7 Çünkü “Fakirler zenginlerden ahiret günüyle yarım gün yani 500 yıl evvel cennete girecekler”8 buyururdu. Bu görüşte olanlara göre sûfîler Ashab-ı Suffa’nın devamı oldukları için onlara sûfî denilmiştir.
İkinci görüşe göre sûfî, yün manasına gelen sûfdan türetilmiştir. Efendimiz bazen sûfdan yapılan elbise giyerdi. Ashab-ı Suffa’nın elbiseleri de yünden idi. İşte tasavvuf erbabı da onlar gibi yünden elbiseler giydikleri ve onlar gibi yaşadıkları için onlara sûfî denilmiş ve ondan alınarak tasavvuf kelimesi kullanılmıştır.
Üçüncü görüşe göre tasavvuf kelimesi saf kelimesinden alınmıştır. Yani sûfî, Allah’ı bilmede, Allah’a yönelmede ve cihad esnasında ön safta giden insanlara verilen bir isimdir. Bunlar cihad meydanlarında ve hizmette en önde giden insanlardı. O halde bir tarikata intisab ettiği ve kendini sûfî zannettiği halde hizmet yapmayan, şeyhinin elini öpmekle mürid veya sûfî olduğunu zannedenler, dinin ayaklar altına alınmış olduğu bir zamanda İslam için mücadele vermeyenler, tasavvufun hakikatini anlamamışlardır. Tasavvuf, insanı manen yükseltmek, Allah sevgisine ve Allah korkusuna ulaştırmak, cihad meydanlarında korkusuz hale getirmek, Allah’tan başkasından korkmamayı öğretmek için vardır. Allah’ı sevenler dünyayı sevmezler. Allah’tan korkanlar insanlardan korkmazlar, dünyaya meydan okuyabilirler. Allah’tan korkmayanlar herkesten korkarlar. Allah Azze ve Celle’den başkasından korkanlar veli olamazlar. Fakat dergâha gidip gelmeyi sûfî olmak, nefsi tezkiye etmek ve maneviyat âleminde yükselmek zannederler.
21. Yüzyılın Velileri Davanın Çilesini Çekenlerdir
21. Yüzyılın velisi olacak olanlar dağlarda ve mağaralarda değil ancak şehirde davaları için mücadele ederek ve davanın çilesini çekerek veli olabilirler. Allah’ın kendisine verdiği görevi yerine getirmeyip oturanlar ise ancak fasık olabilirler. Allah dostu olanlar Allah Azze ve Celle’nin hükümleri çiğnenirken buna sessiz kalamazlar. Sessiz kalanlar Allah dostu olamazlar. 21. Yüzyılda insanlar ancak cihad meydanlarında, infak meydanlarında, faaliyetler içerisinde çile çekerek, nesli kurtarmak için gece gündüz çalışarak veli olabilirler. İsterse yemeklerinin ve sularının çoğalması gibi kerametleri zuhur etmesin. İmam Ebu Hanife’nin elinde çok fazla kerametin zuhur etmemesi gibi… Onun en büyük kerameti ilmiydi, 1250 yıldır ilminden istifade edilmesi, belki de kıyamete kadar edilecek olması ve bu günlere ışık tutması en büyük kerametidir. Aynı şekilde 21. Yüzyılın velilerinin en büyük kerameti nesli kurtarmak ve yeniden İslam Medeniyetini inşa etmek olmalıdır. Sizin kerametiniz bir insanın ve bir neslin kurtuluşuna vesile olmak olmalı, yeni neslin anaları-babaları, hocaları olmalısınız.
Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in evinde lüks eşyalar ve lüks yemekler göremezdiniz. Sûfîlerin bütün yaptıklarını toplasanız Allah Rasulü’nün yaptıklarına ulaşamaz. Cibril Aleyhisselam bir gün Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile otururken, gökten bir melek inmiş, Cibril onu görmüş ve Allah Rasulü’ne: “Ya Rasulallah şu gördüğün melek yeryüzüne bir kere daha inmiş değildir. Yalnız bu defalık indi ve Allah onunla sana bir şey soruyor; benim peygamberim kul bir peygamber mi yoksa melik bir peygamber mi olmak istiyor?”9 demişti. Her zaman peygamberimize yol gösteren Cibril, Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e “kulluğu ve tevazuyu tercih etmesini” işaret etmişti. Peygamberimiz de “kul peygamber” olmayı tercih etmişti. Bu yüzden bir hasırın üzerinde yatıyordu.
“İstemez Misin Bu Dünya Onların, Ahiret Bizim Olsun”
Hz. Ömer’in ifadesiyle, “Bir gün Allah Rasulü’nün yanına girdim, baktım bir hasırın üzerinde yatıyordu ve hasırın izi yüzüne çıkmıştı ve evin bir köşesinde sadece birkaç avuç arpa, birkaç tane selem ağacının yaprağı ve duvarda asılı bir post vardı. Allah Rasulü’nün evinde bundan başka bir şey yoktu. Bunu görünce ağlamaya başladım.” Allah Rasulü, fakir olduğu için değil kul olarak yaşamayı tercih ettiği için böyle bir hayat yaşıyordu. Hz. Peygamber sordu: “Ey Hattab’ın oğlu neden ağlıyorsun, seni ağlatan nedir?” Hz. Ömer dedi ki : “Ya Rasulallah! Nasıl ağlamayayım? Başka devlet başkanları lüks içinde yaşarken şu hayatına bak! Sen hem Allah’ın Rasulü olduğun hem de bir devlet başkanı olduğun halde güzel yemek yemiyorsun, hasırın üzerinde yatıyorsun. Kisralar ve Kayserler saraylarda, çok lüks bir hayat yaşarken sen böyle yaşıyorsun. Neden kendine işkence ediyorsun?” Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “Ya Ömer, istemez misin bu fani dünya onların, ebedi olan ahiret bizim olsun?”10 buyurdu.
Allah Rasulü bir gün kızı Fatıma’nın elinde altından bir kolye görmüştü. Kızına; “Ey Fatıma! İster misin ki insanlar, Allah Rasulü’nün kızının elinde ateşten bir kolye var, desinler” buyurdu. Fatıma Radıyallahu Anha, kadınlara altının helal olduğunu elbette biliyordu ama onlar meseleye sadece haram-helal noktasından bakmıyorlardı. Mesele zahidçe bir hayat yaşama ve yükseklere çıkma meselesiydi. Fatıma Radıyallahu Anha meseleyi anlamış ve altın kolyeyi satmış, onunla bir köle satın almış ve köleyi de azad etmişti.
Çünkü Allah’ın Rasulü: “Bir köleyi azad eden kimseye Allah cenneti nasip eder, o kölenin her uzvuna karşılık kendi uzvunu ateşten korur” buyurmuştu. Fatıma validemiz bu hadisi bildiğinden böyle davranmıştı. Allah Rasulü bundan çok memnuniyet duymuş ve “Kızımı ateşten kurtaran Allah’a hamdolsun”11 demişti. Allah Rasulü demek istiyordu ki “Ey kızım, sen Ehl-i Beyt’in anası olacak kadınsın, sen manen yükseleceksin, benim soyum, senin soyundan devam edecek. İmam Ali ile birlikte senin soyundan nice Abdulkadir Geylaniler, nice veliler çıkacak.” O halde büyük olacak olanlar zahidce bir hayat yaşamalı, başkaları kadar rahat bir hayat yaşamamalıdır.
Sufice Hayat
İşte Allah’ın Rasulü, kızına Ehl-i Beyt’in anası olmayı öğretiyordu. Ehl-i Beyt’in anaları-babaları olanlar rahat yaşayamazlar. Ben de sizi 21. asrın öncü neslinin anaları-babaları olmaya davet ediyorum. Öncü neslin anası-babası olacaklar, sûfîce bir hayat yaşamak zorundadırlar. Bu nesli kurtarmak için öncü bir nesle ihtiyaç var. Öncü nesle ana-baba olacak olanlar “Şu helal değil midir” dememeli, her şeyi helal-haram noktasında ele almamalıdırlar. Allah Rasulü daha güzel yemekler yemenin, daha güzel elbiseler giymenin, güzel yataklarda yatmanın helal olduğunu bilmiyor muydu? Allah Rasulü’nün izinden gitmek, O’nun yaşadığı gibi zahidçe bir hayat yaşamak ve O’nun gibi mücadele ederek maneviyat âleminde yükselmekle olur. Gelecek neslin öncüleri, anası-babası ve hocaları olmak isteyenler, zengin olsalar bile en fazla orta halli insanlar gibi giyinmeli ve yemeli, orta halli insanların bindiği arabaya binmeli ve orta halli insanların oturduğu evlerde oturmalıdır. Yoksa gelecek nesillerin öncüleri, abileri ve hocaları olamazlar.
Büyük olacak olanlar sûfîce bir hayat yaşamak zorundadırlar. Allah Rasulü kızına bunu öğretiyordu. Kızı Fatıma bir gün kendisinden bir cariye istemiş ama O vermemişti. “Baba, kocam Ali’ye söyle bana bir cariye alsın” dediğinde de kabul etmemişti. Hâlbuki savaşta elde edilen bir sürü köle ve cariye vardı. Bunlardan Allah Rasulü’nün payına düşenler de vardı ancak bunları azad ediyor ve kızına vermiyordu. “Ey kızım, kocanın, çocuklarının ve evinin işini kendin yap”12 diyordu. Büyük olmak buna bağlıdır. Cariyeler emrinde çalışırsa Ehl-i Beyt’in anası olamazsın, Ehl-i Beyt’in anası olacaksan böyle bir hayat yaşayacaksın.
Allah cümlemize sûfîce bir hayat yaşamayı, maneviyat âleminde yükselip Allah Azze ve Celle yolunda mücadele edecek hale gelmeyi nasip eylesin. Gecesini abid olarak geçiren, gündüzleri hizmetle uğraşan, nesli kurtarmak için gecesini gündüzüne katanlardan olmayı nasip eylesin. Konuya devam etmek dileğiyle…
Kaynak
1- Ra’d, 28
2- Buhâri, Bed’ü’l-Vahy 1
3- Müzzemmil, 1-5
4- İbni Kayyim, Zâdü’l-Meâd, 1, 89
5- Müzzemmil, 2,3,4
6- Maide, 4
7- Kütüb-ü Sitte, 7214
8- Tirmizi, Zühd 37
9- Müsned, 334; Tirmizî, Şemâil, 140
10- Tirmizi, Kıyamet 27
11- Nesai, Zinet 39
12- İbn Hişam, Sîre I/262
[…] olaylara sebep olmakta olduğundan sonrasında insanı genellikle mutsuz etmektedir. Ayet-i Kerime dünya hayatının da böyle olduğunu, bu dünya nimetlerine dalanların görevlerini unutacağını, dünya […]
[…] Kitaplarımızda dünya sevgisinin üzerinde durulduğu halde rahat sevgisi yani tembellik üzerinde çok durulmamaktadır. Hâlbuki ümmetin bu duruma gelmesinde dünya sevgisi kadar olmasa da tembellik de önemli bir sebep olmuştur. Ümmetin bu duruma düşürülmesi haram olduğuna göre, buna sebep olan tembellik çeşitleri de haramdır ve dünya sevgisi gibi bu da kalbî bir hastalıktır. Tedavi edilmesi, tembelliğin terk edilmesi ve harekete geçilmesi farzdır. Tembel olmayalım diye Allah-u Teâlâ: […]
[…] Hikmet: Ümmetimizin Dünya sevgisi ve Ölüm Korkusundan […]