Öncü Neslin Görevleri – 2

0

Furkan Nesli Dergisi Başyazarı Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin kaleme aldığı Öncü Neslin Görevleri-2 adlı yazımız sizlerle..

Hamd; yaratan, rızık veren ve insanlara medeniyetin yolunu gösteren Allah (azze ve celle)’a, salât-u selam; öncü sahabe neslinin öncüsü ve hocası olan Resulullah (s.a.v.)’a ve selam Tevhid sancağını yere düşürmeyip mücadele eden tüm dava erlerine olsun.

Bir önceki sayıda öncü neslin görevlerini anlatmaya başlamıştım. Kaldığımız yerden devam edelim.

Öncü Nesil; ümmetin ve milletimizin kurtuluşu için bir yönüyle aydın, bir yönüyle âlim olan kadrolar yani aydın-âlimler yetiştirmekle vazifelidir. Sadece aydın vasfına sahip olup âlim vasfına sahip olmayanlar veya sadece âlim vasfına sahip olup aydın vasfına sahip olmayanlar kurtuluşumuzu gerçekleştirecek kâmil projeler hazırlayamayacaklardır. Çünkü her ikisi de nâkıstırlar ve nâkıs olanlar kâmil işler yapamazlar. Kâmil projeleri kâmil olanlar hazırlayabilir ve uygulayabilir.

Ayrıca, yalnız aydın olan ile yalnız âlim olanlar anlaşamazlar. Âlim, aydını İslam’ı bilmemekle ve kafasına göre konuşmakla suçlarken, aydın da âlimi çağını tanımamak ve siyaset bilmemekle suçlayacaktır. O halde bu iki sıfat bir kafada birleşmek zorundadır. Aksi halde İslamî hareket ikiye bölünüp aydın ve âlimler arasında çatışma kaçınılmaz olacaktır.

Aydının mutlak ve kutsal doğruları yoktur. Fikirleri her an değişebilir ve zeki düşmanlar tarafından yönlendirilebilir. Hatta Batı tarzı eğitimden geçirilmiş Müslüman aydınların Batı Medeniyetinin tesirinden kurtulması neredeyse mümkün değildir. Sağlam İslamî bir eğitimden geçmemiş olduğu için görüşlerinin ve tekliflerinin İslam’ın mutlak doğrularına uymayarak Kur’an ve sünnete aykırı olması, hâkim güç ve ideolojilerin baskısı altında, İslam’ı yumuşatmaya ve mevcut düzenlerle uzlaştırmaya çalışması tehlikesi vardır. Sadece İslamî ilimleri okumuş, pozitif bilimlerle aklını parlatmamış, siyaset ve strateji bilmeyen bir âlim ise özellikle Kur’an’ın hareket metodu ve stratejisini hakkıyla anlayamayacak, çağına sunamayacak ve siyaset uzmanı düşmanlar tarafından rahatlıkla avlanacak ve yönlendirilecektir. Batı Medeniyetinin İslam’a aykırı olmayan ve kabul edilmesi caiz olan birtakım uygulamalarını da Batı Medeniyetine ait olduğu için reddedecektir. Bu da Müslümanların dünyaya kapalı olmasına sebep olacaktır.

O halde âlim vasfı ağırlıkta olan, ama aynı zamanda beşerî bilimleri de tahsil etmiş, siyaset ve strateji bilen bir kadro gerekmektedir. Buna göre, böyle bir kadro yetiştirecek eğitim müesseseleri kurmak, şahsiyetli ve vasıflı gençleri pratik ve teorik düzenli bir eğitimden geçirmek öncü neslin en önemli vazifesidir.

Öncü neslin içinden pozitif bilimlerde yetişmiş bilim adamları çıkabilirse de öncü neslin hedefi ve görevi bu değildir. İslam’ı hâkim kılmadıkça ne bilim adamı yetiştirme ne de memleketin refah seviyesini yükseltme gibi işlere ağırlık veremezler. Bugün ânın vacibi bilim adamı yetiştirmek değil; bir yönüyle aydın, bir yönüyle âlim dava adamları yetiştirmektir. Öncü neslin bütün fertleri, çocuklarının veya akrabalarının içinden zeki olanlarını bu şekilde yetiştirmeyi hedeflemelidir. Öncü neslin hocaları da eğitim programlarını, talebelerini aydın-âlim bir dava adamı olarak yetiştirecek şekilde tanzim etmelidirler.

Sadece aydın vasfına sahip olanlar Müslüman kitleleri harekete geçiremezler. Çünkü aydın, kendi namına konuşur. Söyledikleri kutsî bir kaynağa dayanmamaktadır. Âlim ise söylediklerini kutsî kaynağa dayandırır. Âlimin sözünü etkili kılan da budur. Aydınlar, kitlelerin uyanışına katkıda bulunurlarsa da onları yönlendiremezler. Kitleleri âlimler yönlendirebilir.

Nice İslamî hizmetler, topluma yön verip aydın-âlim yetiştirecek eğitim müesseseleri meydana getireceklerine toplum veya bazı güçler tarafından yönlendirilip ya sadece ahlaklı bilim adamları ya da nafile ibadetlere ağırlık veren kimseler veya günübirlik politika ile ilgilenen insanlar yetiştirdiler. Aydın-âlimler yetiştirecek eğitim müesseseleri kurmamakla toplanan bunca parayı, geçen bunca yılı, harcanan bunca enerjiyi hakkıyla kullanmadılar. Artık bu hatadan dönülüp ânın vacibi yerine getirilmelidir.

Vazifemiz, başka medeniyetler içinde yer almak değil, kendi medeniyetimizi kurmaktır. Yeryüzünde Allah(c.c.)’ın halifesi olmak, O’nun hükümlerini hâkim kılmaktır. Allah (azze ve celle) kitabında İslam’ı diğer dinlere üstün kılmak için gönderdiğini ifade etmektedir. “O Allah ki elçisini hidayetle ve hak din ile, diğer bütün dinlere karşı üstün kılmak için gönderdi.”3 İmam Şafii (rh.a) ayetten İslam’ın eninde sonunda tüm dinlere galip geleceğini anlamış ve hadislerde de ahir zamanda Hz. İsa’nın tekrar geleceği, Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın biteceği bildirilmiştir. Batıl ya da tahrif edilmiş tüm dinlere galip gelmek ve onları bitirmek üzere gönderilmiş olan İslam, batıl dinlerle uzlaşmak üzere gönderilmemiştir ki Müslümanlar diğer medeniyetlerle uzlaşmaya çalışsınlar.

Medeniyetleri, inançlar kurarlar. Farklı inançlar, farklı medeniyetler kuracaklardır. İnançlar, ittifak edemeyeceklerine göre o halde medeniyetler ittifakı mümkün değildir. Tarih boyunca da mümkün olmamıştır. Peygamberlerin kavimleri ile olan mücadeleleri, medeniyetler çatışmasından başka bir şey midir?

İslam Medeniyeti Tevhid yani sadece Allah(c.c.)’ın otoritesini kabul ve O’na itaat esası üzerine kurulmuşken, diğer medeniyetler ise hâkimiyet yetkisini insanlara vermiş, kula kulluk ve şirk üzerine kurulmuştur. Bilimde ne kadar ilerlemiş, madden zenginleşmiş ve ne kadar modern bir hayat yaşıyor olursa olsun, insanın Allah’a değil, kendi gibi kullara itaat ettiği bir toplumda insan hürriyetinden ve onurundan bahsedilemez.

Bir toplumu bir arada tutan ırk ve dil birliği ise veya aynı toprak parçasında yaşamaları ya da ortak menfaatleri ise o toplum medenî sayılamaz. Medenî sayılabilmesi, toplumdaki bağın inanç temeline dayanıyor olmasına bağlıdır.

Bir toplumda insanın insan oluşuna değer verilmeyip madde değer ölçüsü olarak alınıyorsa o toplum gerici bir toplumdur. Medenî olabilmesi, insanın insanî yönünün maddeye üstün tutulmasına bağlıdır.

Bir toplumda aile korunmaz, boşananlar nerdeyse evlenenlerin sayısına ulaşır, kadın erkek münasebetleri tamamen şehvete dayalı olursa o toplum gerici bir toplumdur. Müslümanalar, bugün madden geri durumdadırlar diye bu gerici ve gayrı medeni toplumların medeniyetlerine dahil olurlarsa ahiretlerini berbat edecekleri gibi, dünyalarını da kaybedeceklerdir. Müslümanlarda, imanın verdiği bir izzet olsun diye Allah (cc): “Üzülmeyin, gevşemeyin, eğer (gerçekten) iman ettiyseniz siz üstün geleceksiniz.” 4 buyurmuştur.

Vazifemiz, yeniden ümmet olmaktır. Ulus devletleri kurmak değil! Kur’an-ı Kerim “İnsanların hayrı için çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz.”5 buyurarak ümmet olduğumuzu bildirmekte ve Allah (c.c.) Müslümanlara “Ey Mü’minler!” diye hitap etmekte “Ey Türkler, Ey Araplar!” diye hitap etmemektedir. Kur’an, ırk unsuruna önem vermeyip inanç bağına önem vermektedir. Ve Hz. Ali (r.a.), hicretten sonra bedeviyete dönmeyi yani ümmet olduktan sonra ümmet anlayışını bırakıp ulus devletine dönmeyi yedi büyük günahtan biri saymıştır.

Kur’an’ın Müslümanlara yüklediği görevlerin bazıları ferde, bazıları cemaate, bazıları devlete ve bazıları ise ümmete yüklenmiş görevlerdir. Dolayısıyla bu görevlerden ümmete ait olanlar, ümmet olmadan başarılabilecek görevler değildir. Mesela Kur’an’ı Kerim: “Yeryüzünde fitne kalmayıp din (düzen) yalnız Allah(c.c.)’ın oluncaya kadar savaşmayı”6 emretmekte ve bütün dünyayı hedef olarak göstermektedir. Bu ise bir ulus devletinin başarabileceği bir görev değildir. Dinde böylesi emirlerin olması Müslümanları ırk ve renk gibi başka bağlardan kurtarıp sadece inanç bağına önem verip ümmet olmaya zorlamak içindir. “Medeniyetler çatışması” makalesinin yazarı Huntington’un da itiraf ettiği gibi, “Batı dünyasındaki mücadeleler Fransız ihtilâline kadar prensler ve imparatorlar arasında, sonra Fransız ihtilaliyle birlikte mücadele prensler yerine milletler arasında gerçekleşmişti. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra da bu mücadele milletler mücadelesi yerine ideolojiler mücadelesine dönüştü. Modern dünyadaki mücadelenin nihai safhası ise medeniyetler arasındaki mücadele olacaktır.” demektedir. Yani Batı Medeniyeti ancak soğuk savaşın 1980’lerde bitiminden ve İslam Medeniyetinin ayak sesleri yeniden duyulmaya başladıktan sonra Müslümanların sayesinde yarım yamalak da olsa medeniyet ve hayat tarzı için mücadele etme aşamasına geçebilmiştir. Hâlâ da inanç için mücadele aşamasına gelememişlerdir. Çünkü uğrunda mücadele etmeye değecek, şüphe duymadıkları bir inanca sahip değillerdir.

Avrupa yeni yeni “Avrupa Birliği” adı altında ümmet olmaya başlamış, sınır ve pasaportları kaldırmış, ortak para birimine geçmiş, ortak amblem, ortak değer ve kriterler belirlemiş ise de İslam; inanç kardeşliği (ümmet) ve inanç için mücadeleyi bize on dört asır evvel öğretmişti. Asırlardır başka şeyler için savaşan, ümmet olmak nedir bilmeyen Batılılar bile bugün ümmet olmanın gerekliliğini anlamaya başlamışken on üç asır ümmet halinde yaşamış, sadece şu son asırda ümmet olmaktan çıkıp ulus devletlerine dönüşmüş olan biz Müslümanlar, nasıl ümmet olmaya çalışmaz ve hiçbir kıymeti olmayan ırk unsurunu esas alıp parçalanırız?

Bir dahaki sayıda konuyu tamamlamak dileği ile…

1- Ra’d, 11

2- Bakara, 140

3- Fetih, 28

4- Al-î İmran, 139

5- Ali İmran, 110

6- Enfal, 39

Öncü Neslin Dergisi Furkan Nesline ulaşabilmek için, https://www.furkannesli.net/

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here