Ümmeti çöküşe götüren gerçek sebeplerin anlatıldığı Furkan Nesli Dergisi Başyazarı Alparslan Kuytul Hocaefendi tarafından yazılan yazımız sizlerle..
Hamd; insanı kendi halifesi kılarak yücelten ve çalışmaya sevkeden Allah’a, Salât-u selam; gayreti ve yaptığı çalışmalarla ümmetine örnek olan Allah’ın Rasulü’ne, Selam; o Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile birlikte mücadele eden sahabesine ve ümmeti yeniden diriltme gayreti içinde olan tüm kardeşlerime olsun.
Geçen sayıda ümmeti bu duruma düşüren sebeplerden birinin de “tembelleşme” olduğunu tespit etmiş ve tembellik sonucunda geri kaldığımızı, geri kalmamızın sonucunda da aşağılık kompleksi içerisinde batıyı taklit eder hale geldiğimizi ifade etmiştim. Önemine binaen konuya devam edip tembelliğin sebepleri ve çözüm yolları üzerinde durmak istiyorum. Çünkü maalesef Efendimiz’in: “Ümmetimin üzerine korktuklarımın en korkuncu; karnının büyüklüğü, uykuya devam, tembellik ve yakînin (iman) zayıflığıdır”1 buyurarak gelecek nesillere yani bizlere haber verdiği gibi bizi çökertecek bu korkunç hastalık yaklaşık üç asırdır nerdeyse bütün Müslümanları sarmıştır. Müslümanlar ümmetin kurtuluşunu sadece istemekte ama %99’u İslamî hizmetlerde görev almamakta ve görevden kaçmaktadır. Görev alan o küçük azınlığın ise %99’u görevini hakkıyla yapmamakta, zor görevler istememekte ve görevinde istikrar göstermemektedir. Bu hastalık ilk olarak nasıl başladı? Önce hangi konularda tembellik yapıldı? Sonra nereye vardı?
Tembelliği ana hatlarıyla ikiye ayırmak mümkün:
1- Dünyevî ya da başka bir ifadeyle maddî konularda gösterilen tembellik. 2- Uhrevî ya da başka bir ifadeyle manevî konularda gösterilen tembellik. Tasnifimizden de anlaşılacağı üzere sadece uhrevî ve manevî konularda tembellik gösterilmemiş, sadece Allah’ın kulu ve yeryüzünde O’nu temsil eden halifesi olarak yapmamız gereken görevler ihmal edilmemiş, aynı zamanda dünyevî ve maddî konularda da tembellik yapılmıştır. Tembellik konusunu ele alırken ümmetin sıhhat ve yükseliş döneminde gösterilen tembellik ve sebepleriyle gerileme ve çöküş dönemlerinde gösterilen tembellik ve sebepleri şeklinde de ele almalıyız. Yani konuyu dört şekilde düşünmek gerekmektedir. 1- Ümmetin yükseliş döneminde dünyevî ve maddî konularda gösterilen tembellik. 2- Ümmetin yükseliş döneminde uhrevî ve manevî konularda gösterilen tembellik. 3- Ümmetin gerileme ve çöküş döneminde dünyevî ve maddî konularda gösterilen tembellik. 4- Ümmetin gerileme ve çöküş döneminde uhrevî ve manevî konularda gösterilen tembellik.
Birinci ve ikinci maddede bahsedilen ümmetin yükseliş döneminde maddî konularda da manevî konularda da tembellikler gösterilmişse de bu durum çok yaygın değildir. Zaten öyle olsaydı o dönem ümmetimizin yükseliş dönemi olmazdı. Evet, Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanında bile dünyayı koyması gereken yere koyamayan, dünyayı çok önemseyen, cihadı terk edip dünya malını-mülkünü çoğaltmayı düşünenler olmuşsa da bunlar azdır ve Allah Azze ve Celle tarafından derhal ikaz edilmişler ve hatalarından çabucak dönmüşlerdir. Bunun zıddı olarak yine Efendimiz zamanında bile dini yanlış anlayan ve takva sahibi olabilmek için dünyadan el-etek çekip sadece ibadetle meşgul olmak gerektiğine inanan kimseler olduysa da bunlar da Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem tarafından ikaz edilmişler ve mistikçe bir din anlayışının İslam’da olmadığını anlamışlardır. Dolayısıyla yükseliş döneminde ümmeti geriletip çökertecek boyutta tembellik olmamıştır diyebiliriz. Ancak gerileme ve çöküş döneminde tembellik oldukça yaygınlaşmış ve tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Gerekli önlemler alınmadığı için de çöküşe kadar varmıştır.
Kâinattaki büyük-küçük, canlı-cansız tüm varlıklar incelendiğinde hepsinin sürekli hareket halinde olduğunu, hiçbir şeyin durmadığını müşahede ederiz. Muazzam büyüklükteki galaksi ve yıldızlardan tutun da görülmeyecek kadar küçük mikrop ve virüslere kadar her şey sürekli hareket halindedir. Kımıldamadan durduğunu zannettiğimiz cansız maddelerin içinde bile elektronlar çekirdeğin etrafında müthiş bir hızla dönmektedirler. Mevsimler sürekli değişmekte, bulutlar devamlı hareket etmekte, ağaçlar meyve vermek ve çiçekler çiçek açmak için her saniye gayretle çalışmaktadırlar. Tembel insanların dışında hiçbir şey durmamaktadır.
Tembellik hiçbir şey vücuda getiremez, tembellik yokluktur ve yok olmaya götürür. Çalışanlar bir şeyler vücuda getirir, var eder ve var olurlar. Tembeller şikâyet eder ve zamanın çabuk geçmesini isterler. Çalışanlar ise şükreder, zamanın geçmesini değil zamanın uzamasını ve genişlemesini isterler. Rahatın sonu zahmet, zahmetin sonu ise rahmettir. Kur’an-ı Kerim bizi sürekli olarak bir şeyler meydana getirmeye ve arkamızda bir iz ve eser bırakmaya teşvik etmek için “Bir işten boşalınca hemen başka bir işe koyul”2 buyurarak tembelleşmemize hiç müsaade etmez. Bu ayet Müslümanlar için bir düstur ve esas olmalıdır.
Ümmeti n bu hâle gelmesinde önemli bir sebep olan tembelliğin özellikle gerileme ve çöküş döneminde neden yaygınlaştığının üzerinde durmak ve bu sebebin perde arkasında nelerin olduğunu bulmak zorundayız. Bizi tembelliğe götüren sebeplerden bazıları ve çözüm yolları şunlardır:
1- Rahata Meyletmek: İnsan her ne kadar çalışmaya da tembellik yapmaya da uygun yaratılmış olsa bile çalışması için nefsiyle ve şeytanıyla mücadele etmesi gerektiğinden ekseriyetle insanlar bu mücadeleyi göze alamaz ve rahatı tercih ederler. Çünkü rahat ve tembellik için mücadele gerekmemektedir. Bu dünya bir okul, biz de bu okulun talebeleri olduğumuza ve talebenin de aslî görevi çalışmak olduğuna göre insan, bu dünyaya çalışmak için gelmiştir. Bu yüzden insan çalışmaya uygun yaratılmış ve mutluluk da çalışmada gizlenmiştir. Yani Allah Azze ve Celle çalışana mutluluk ve huzur verirken, çalışmayan tembele ise mutsuzluk ve huzursuzluk verir. Tembel her ne kadar çalışmamakla rahat edeceğini düşünse de asla rahat edemez ve tembelliğinin sonucu başına gelenlerden kurtulmak için çok daha fazla çalışmak zorunda kalır. Buna rağmen hiçbir şey olması gerektiği gibi olmaz. Çünkü çok geç kalmıştır.
Çalışma sonucunda Allah’ın rızası ve yardımına, zenginlik ve güce ulaşılacağı, bunun sonucunda haksızlıkları engelleyip adaletin sağlanabileceği ve dünya devleti olunabileceği anlaşılamamıştır. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’in “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır”3 buyruğu da unutulmuştur. Tembellik ve rahata meyilin sonucunda ise Allah’ın tokadının yenileceği, fakirlik ve zilletin geleceği, verilen şerefin geri alınacağı yani kendimize, ailemize ve ümmetimize vereceğimiz zarar düşünülememiştir.
2- Mistik Ve Ruhbanca Din Anlayışı: Tasavvufun gayesi başlangıçta insan nefsini terbiye ve tezkiye edip onu tembellikten ve diğer kalbî hastalıklardan kurtarmak, insanı yükseltmek ve insanı İslam Medeniyeti meydana getirmek için gayret gösteren bir varlık haline getirmek idi. Ancak zamanla bazı tarikatlarda bu anlayış bozulmuş ve çalışmayıp, dünyadan uzaklaşmak ve tembellik halini almıştır. Bu anlayışa kapılanlar takva sahibi olabilmek için dünya ile ilgili gördükleri her şeyden uzaklaşmak ve hayatın dışına çıkmak gerektiğine inandılar ve bir bakıma ruhbanlaştılar. Hâlbuki İslam, hayatın içinde kalarak takva sahibi olmanın ve yükselmenin mümkün olduğunu öğreten tek dindir.
Esas itibariyle İslam, işleri dünya işleri ve âhiret işleri diye ikiye de ayırmaz. İslam’ın sınırlarına dikkat ederek çalışmayı ibadet kabul eder. Ama bütün bunlar ve Efendimiz’in bu hususla ilgili ikazları unutuldu, biraz da unutulmak istendi. Çünkü bazı insanlar tembeldi ve tembelliğini örtbas etmek için böyle bir yola başvuruyor ve tembelliğini dinî bir kılıfla örtüyordu. Dinde aşırılık diyebileceğimiz bu gibi anlayışlar bazı Müslümanların tembelleşmesine sebep olmuş ve ümmetin gerilemesinde rol oynamıştır.
3- Yanlış Tevekkül Anlayışları: Bir önceki maddede anlatılana benzer şekilde Allah’a tevekkül etme konusunda da hata edilmiş ve tevekkül; çalışmayıp, tedbir almayıp, işi Allah’ın takdirine bırakmak şekline dönüştürülmüştür. Böyleleri kendine düşen görevi yerine getirmeden işi Allah’a havale etmekte, bir bakıma Allah’ı kendi hizmetçisi gibi görmektedirler. Hâlbuki doğru tevekkül anlayışında Allah, hizmetçimiz değil yardımcımız ve dayanağımızdır. Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “Önce deveni bağla, sonra tevekkül et”4 buyurmuştur. İnsan bu dünyaya imtihana geldiği için, insan olarak tüm gücünü ortaya koymak, alması gereken tüm tedbirleri almak, çalışmalar yapmak ve sonra Allah’a tevekkül edip yola çıkmakla mükelleftir.
Tevekkül, çalışmayı reddetmez ve ona engel olmaz. Aksine imkânlar kısıtlı olsa bile Allah’a güvenmeyi ve Allah’ın yardımının geleceğine inanıp “ya Allah” deyip görevi yapmaya başlamayı sağlar. Yani tevekkül sahibi olmayan bir insanın hiç başlamayacağı riskli bir işe tevekkül sahibi bir insan rahatlıkla başlayabilir. Çünkü tevekkül sahibi insan kendine değil Allah’a güvenmektedir. O halde doğru tevekkül anlayışı çalışmaya engel olmadığı gibi aynı zamanda çalışmayacak insanı da çalıştırmaktadır.
Tevekkül sahibi insan tüm sebeplere sarılır ve tedbirleri alır ancak bu sebeplerin, sonucu yaratamayacağını bilir ve o yüzden Allah’a tevekkül eder, sonucu Allah’tan bekler. İslam’ın tevekkül anlayışı bu olduğu halde bazı kimseler yanlış anlayışlara kapılıp görevlerini yapmamayı, Allah’a güvenip oturmayı tevekkül zannettiler ya da zannetmek istediler. Çünkü tembeldiler ve böyle bir tevekkül anlayışı ile tembelliklerine dinî bir kılıf bulmuş oluyorlardı.
4- Tevekkülsüzlük: Yanlış bir tevekkül anlayışı gibi bunun zıddına tevekkülsüzlük de tembelliğe sebep olmuştur. Tevekkülsüzlük iki şekilde kendini gösterir:
1- Özgüven Eksikliği: Allah’ın kendine verdiği kabiliyetlerin farkında olmamak, ‘ben başaramam’ deyip işe başlamamak ve bunun sonucunda tembellik yapmak. Böyle birisi hem kendi kabiliyetlerini kullanmamakta hem de Allah’a tevekkül etmemektedir. Hakikatte insan zaten fiillerini ve başarıyı kendi yaratacak değildir. Kendisi sebeplere sarıldığında Allah Azze ve Celle başarıyı yaratacaktır. O halde kendisi aciz, bilgisiz ve imkânları kısıtlı bile olsa gayret gösterdiğinde Allah ona başarıyı nasip edebilir.
2- Yanlış Özgüven: Allah’ın kendine verdiği kabiliyetleri çok büyütmek ve ‘ben başarırım’ deyip kibirlenmek ve başarının tamamen kendi elinde olduğunu düşünmek. Kendine güvenmek ya da başka bir ifadeyle öz güven kavramında da hata edilmektedir. Özgüven; insanın kendine verilmiş olan kabiliyetlerin ve cüz’i iradenin farkında olması, yapması gerekenleri yaptığında Allah’ın yardımı ile başarabileceğine inanması ve cesurca işe başlaması iken, Allah’a değil kendine güvenmek ve başarıyı kendinden bilmek, Allah’a değil kendi kabiliyetlerine tevekkül etmek haline getirilmektedir. Allah’a değil kendine güven duymak, yanlış tevekkülden daha yanlış ve daha tehlikeli bir anlayıştır ve kibrin bir çeşididir. Kibirlinin hasmı ise Allah olduğundan böyleleri başarısız kılınacak ve cezalandırılacaktır. Yanlış tevekkül tembelliğe götürerek ümmetin gerilemesine sebep olduğu gibi Allah’a tevekkül etmeyip kendine güvenmek de Allah’ın cezalandırmasına, haddini bildirmesine ve geriletmesine sebep olur. Sonuçta her iki hata da geri kalmaya sebep olmaktadır.
Konuya devam etmek temennisiyle… Allah’a emanet olunuz.
1 Cabir, Ramuz El Ehadis
2 İnşirah 7
3 Necm, 39
Ümmeti çöküşe götüren gerçek sebeplerin bahsedildiği, ümmeti uyandıran, ümmeti aydınlatmaya yönelik hazırlanan dergilerimize ulaşmak için: https://www.furkannesli.net/