Furkan Nesli Dergisi Başyazarı Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin Ortadoğu Gerçeği ve Ümmetimizin Doğum Sancısı -2 yazısı sizlerle…
Bizi yeryüzünde halifesi olarak yaratıp sonra da ümmet olarak şereflendiren, her düştüğümüzde elimizden tutup kaldıran Allah’a hamd; gece gündüz çektiği çilelerle sağlam bir ümmet meydana getiren ve bu ümmetin geleceğinin parlak olacağını bildirerek bizlere moral veren Rasulüne salâtu selam; Müslümanların derdini dert edinen ve ümmeti yeniden diriltme mücadelesi veren kardeşlerime selam ile başlıyorum.
Geçen sayıda; demokrasi istiyorlarmış gibi davranıp sonra da Ortadoğu’da diktatörlükler kuran ve yüzyıldır bu diktatörleri destekleyen yalancı ve ikiyüzlü batılı emperyalistlerin neden böyle davrandıklarını, Ortadoğu’da neden krallıklar kurduklarını açıklamaya başlamış ve iki sebep üzerinde durmuştum.
Birincisi; diktatörler halk desteğinden yoksun oldukları için her zaman kendilerini iktidara getiren güçlere dayanmak ve onların emrine girmek zorundadırlar. Bunu yapmadıkları takdirde başlarına neyin geleceğini çok iyi bilirler. Ya ambargoya maruz kalacaklardır, ya kendi generallerinden biri tarafından darbeyle devrileceklerdir ya da halkları tahrik edilecek ve sokağa dökülecektir. Bunu bilen diktatör, süper güçler karşısında iki büklüm olur ve dediklerini yapar. Bu yüzden batılı güçler İslam âleminde her zaman diktatörleri tercih eder.
İkincisi; diktatörler kendi ülkelerini geri bırakırlar. Çünkü kendini özgür hissetmeyen ve sürekli baskı altında olan halklar tembelleşir ve girişimci ruhlarını kaybederler. Tembelleşmiş bir toplumun geri kalması ise kaçınılmazdır. Ayrıca diktatörlüğün olduğu yerde insanlar sindirildiği ve gözleri korkutulduğu için kimse yapılan haksızlıkları, yetkililerin hırsızlıklarını ve zulmü konuşamaz. Dolayısıyla bir toplumu madden ve mânen çökerten bu sebepler her gün daha da çoğalır. Böylece hem devlet zayıflar hem millet şahsiyet kaybına uğrar.
Batılı emperyalistlerin bu ülkeleri sömürebilmesi ve kimseden ses çıkmamasının sağlanması da o ülkenin diktatörlük ile idare edilmesi ile mümkün olur. O yüzden batılı güçler Ortadoğu’da diktatörlüğü ve diktatörleri tercih eder.
İslam âleminde diktatör sistemler kurmalarının üçüncü sebebine gelince; bu bölgede gelişebilme potansiyeline sahip İslamî hareketlerin durdurulabilmesi ancak diktatörlük ve krallıklarla mümkün olabilirdi. O yüzden helvadan put yapan, ona ibadet eden, onu öven sonra da acıktığında onu yiyen Mekke’nin müşrikleri gibi batılı emperyalistler de din haline getirdikleri demokrasiyi işlerine gelmediğinde terk ediverir ve diktatörleri desteklemeye başlarlar.
Aslında bir bakıma bunu yapmak ve bu çelişkiye düşmek zorundadırlar. Çünkü İslam, tabiatı gereği hükmetmek istemekte, hükmedilmeye razı olmamaktadır. Bunu bilen batılı veya batıcı güçler, İslam’ın değil kendilerinin hükmetmesi için diktatörleşmek ve diktatörleri desteklemek zorunda kalmaktadırlar.
İslam hükmetmek istemektedir ve bu onun hakkıdır. Çünkü İslam Allah’tandır ve Allah kainatın yaratıcısı, rızık vericisi ve idare edenidir. Hiçbir şeyi başıboş bırakmayan ve onlara kanunlar koyan Allah’ın, insanı başıboş bırakması düşünülebilir mi? Hem de insanı kendi halifesi (vekili) olarak yaratmış ve insanı Allah’ın istediği gibi bir dünya ve medeniyet meydana getirmekle görevlendirmiş olduğu halde… Kur’an-ı Kerim: “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?”1 buyurarak Allah’ın insana kanunlar koyduğunu, Allah’ın dünyasında yaşayan insanın kendi istediği gibi yaşamasının mümkün olmadığını, Allah’ın insan için koyduğu kanunlara uyulması gerektiğini ifade eder.
Kur’an-ı Kerim, neden indirildiğini kendisi açıklar ve: “Şüphesiz, Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitabı hak olarak indirdik”2 buyurur. Yani bu kitap sadece öğüt vermek için gelmemiş aksine insanların hayatına yön vermeye ve hükmetmeye gelmiştir.
İslam, sonradan Pavlos tarafından bozulmuş, şeriatı iptal edilmiş ve laikleştirilmiş Hıristiyanlık gibi şeriâtı yani kanunları olmayan ve sadece inançtan ibaret olan bir din değildir. İslam; hayatın içinde ne varsa o konuda kanunlar koyan, farzlar ve haramlar tayin eden, suçlar için bir ceza hukuku olan, alışveriş, miras, evlilik ve boşanma gibi konularda hükümler koyan hatta savaş-barış ve devletlerarası hukuk ile ilgili kanunlar koymuş olan, ferdî, ailevî ve toplumsal hayatımızla ilgili hiçbir alanı boş bırakmamış olan Allah’ın dinidir. İşte batılılar için sorun tam buradan çıkmaktadır.
Onların dini olan Hıristiyanlık Pavlos tarafından şeriatsız hale getirildiği için devlete, siyasete ve hayata karışmamakta, sadece ahlakî konularda öğütler vermektedir. Dolayısıyla din ile devlet arasında bir çatışma çıkmamaktadır. Ancak az önce de belirttiğim gibi İslam’ın hayatın her alanında kanunları olduğundan İslam ile laik devlet arasında her alanda çatışma çıkmaktadır.
Ortadoğu’nun Müslüman halkları kendi topraklarında Allah Azze ve Celle’nin dediğinin olmasını, O’nun dediği gibi yaşamayı ve kullara değil Allah’a itaat etmeyi istemekte, geçmişteki şanlı medeniyetini arzulamakta ve batılı hayat tarzından kurtulmak istemektedir. Ortadoğulu Müslümanlar Tevhidi haykırmakta ve özgürlüğe ulaşmak istemektedir. İşte bu yüzden İslam’ı ve İslamcı cemaatleri durdurabilmek için batılılar bu bölgede diktatörlüğe ve katı laiklik uygulamalarına mecbur kalmaktadırlar. Yani batılılar laikliği benimseyip özümsemediğimiz ve laik bir din anlayışına sahip olmadığımız müddetçe Ortadoğu’da demokrasiye izin vermeyecekler, kralları ve darbecileri desteklemeye devam edeceklerdir.
Türkiye’de son yıllarda katı laiklikten vazgeçip ılımlı laiklik şeklinde bir stratejinin izlenmesi yaklaşık 80-90 yıldır devrimler, idamlar ve darbeler ile Müslüman halkın tevhidin gerçek manasını unutmuş olmasından ve kısmen de olsa laikliğin yerleşmiş olmasındandır. Türkiye’nin Amerika tarafından Ortadoğu ülkeleri için model ülke seçilmesi de bu yüzdendir. Yani onlar Türkiye’de ciddi bir İslam tehlikesi görmemekte ve laikliğin birçok cemaat tarafından bile kabul edilebilir bulunduğunu, İslam medeniyetini yeniden inşa etmek diye bir dertlerinin kalmadığını, batı medeniyeti ile uzlaşabilir bir hale getirildiklerini görmektedirler. Bu yüzden Türkiye’de biraz daha özgürlüğe müsaade etmektedirler.
İslamî cemaatlerden bazıları laikliği kabul etmeyip demokrasiyi savunuyor olabilirler. Onlar bilmelidirler ki batılılar ve batıcılar buna razı olmayacaklar, laikleştirmedikleri toplumlara özgürlük vermeyeceklerdir. O yüzden demokrasi ile laikliği birbirinden ayırmaya kalkmak beyhude bir iştir ve bu ikisi batının gözünde her zaman birbirinden ayrılmaz ikilidir. O halde demokrasiyi savunanlar bir gün laikliği kabul edecek hale geleceklerini hesaba katmak zorundadırlar. Esas itibariyle bu bir tahmin olmaktan öte bugün var olan bir gerçek durumundadır ve birçok cemaatin laiklikle bir problemi kalmamıştır.
Ilımlı laiklik projesi ılımlı İslam projesinden sonra ve onun bir sonucudur. Yani önce Müslümanları ılımlı hale getirmekte sonra kendileri de ılımlı laik olmaktadırlar. Tıpkı Kur’an-ı Kerimin buyurduğu gibi: “Şu halde inkâr edenlere itaat etme. Onlar, senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp uzlaşacaklardı.”3 Yani önce senin yumuşamanı, onlara yağcılık yapmanı, ılımlı olmanı istemektedirler. Sen onların istediği gibi olursan onlar da size karşı ılımlı hale geleceklerdir. Onlara asla itaat etme ve ılımlı olmaya kalkışma.
Türkiyeli Müslümanların ve cemaatlerin bilinç düzeyi yükseldikçe, tevhidi anlayanlar çoğaldıkça, batı medeniyetini reddedip İslam medeniyetini isteyenler arttıkça Türkiye’de başlatılan ılımlı laiklik stratejisi terk edilecek ve geçmişte olduğu gibi katı laiklik ve diktatörlük tekrar başlatılacaktır. Hiç kimse 28 Şubat bitti, darbeciler yargılanıyor, Türkiye’de bir daha darbe olmaz zannetmesin. Ne onlar değişmiştir ne de İslam.
İslam’da “kullara değil Allah’a itaat” anlayışı oldukça –ki bu değişmez- darbecilerde de halkı zorla değiştirme ve dayatma anlayışı var oldukça, batılılara gelince onlar da kendi ideolojilerine ihanet edip darbecilere destek verdikçe darbeler bitmez. Darbeciler, kendilerini darbe yaptıklarından daha güçlü hissettikleri müddetçe darbeler bitmez. Darbelerin bitmesi darbe yapılanların, darbecilerden daha güçlü olması ve bunun darbe yapacak olan güçler tarafından bilinmesi ile mümkündür.
Türkiye’de darbecilerin yargılanıyor olması ılımlı laiklik stratejisinin bir parçası olduğu gibi Amerika’nın bu projesine kafa tutan ve Amerika’dan izinsiz darbe yapmaya kalkışanlara bir ceza ve ikazdır. Mesele büyük güçlerin stratejisi ve izin vermemeleriyle alakalıdır. Yoksa ne darbecilerin gücü azalmış ne de zihniyetleri değişmiştir. Türkiye’de ılımlı laiklik projesi ile Müslümanlar daha da ılımlı hale getirilirken Ortadoğu’nun diğer birçok devletinde iç savaşlar başlatma ve çatışma bölgeleri meydana getirme projesi sürdürülmektedir.
Ortadoğu’da krallıklar kuran ve yüz yıldır bu diktatörleri destekleyen ve onlar sayesinde Ortadoğu’yu sömürenlerin son birkaç yıldır o diktatörleri devirmek ve Ortadoğu’ya özgürlük ve demokrasi getirmek istediklerine inanmak mümkün müdür? Suriye ve Libya diktatörlerine karşı olan Amerika neden Suudi Arabistan, Ürdün ve Katar gibi diğer devletlerin diktatörleriyle çok güzel ilişkiler içindedir? Bu iç savaşlar diktatörlüğe son vermek ve demokrasi getirmek için olmadığına göre Ortadoğu halklarını hazırlıksız, plansız, lidersiz ve kadrosuz bir şekilde sokağa dökmeleri ne için olabilir? Bununla hedeflenenin ne olduğuna bir dahaki sayıda temas etmek dileği ile… Allah’a emanet olun.
Not: Bu yazı Furkan Nesli Dergisi 30. Sayı’da yayımlanmıştır.
Ortadoğu Gerçeği ve Ümmetimizin Doğum Sancısı -3 yazısını dergimizden okumak için tıklayın: https://www.furkannesli.net/ortadogu-gercegi-ve-ummetimizin-dogum-sancisi-3-sayi-31.html